İslam ve Ekonomi
Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
GİRİŞ
Her din, her felsefe ve her ekonomik ekolün kendisine mahsus bir takım düşünce ve fikirleri vardır. Bu düşünce ve fikirler, kelime ve terimlerle ifade edilip açıklanır. Kelime ve terimler ise böylece bu görev ve fonksiyonları itibariyle zihin mekanizmalarımızı çalıştıran, düşünmemizi sağlayan elamanlar olarak ortaya çıkmaktadır. Tarih boyunca insanoğlu düşünme ve eşyayı anlama konusunda uzun bir yolculuk yapmış, insan, mal, eşya ve tabiat hakkında bir takım fikirler elde etmeye çalışmıştır. İnsanlığın bugün yaşamakta olduğu Batı Medeniyeti ya da başka bir ifadeyle Rönesans medeniyeti de insan, tabiat ve varlık hakkında bir takım yeni düşünceler getirmek için epeyce gayret göstermiştir. Mesela bu yenilik alanlarından bir tanesi de ekonomidir. Bu dönemde ekonomiye sadece iktisadî açıdan bakarak bazı yeni gözlemler elde edilmeye uğraş verilmiştir. Zamanımızda dünyada uygulanmakta olan çeşitli ekonomik sistemlerin temelleri o zamanlarda atılmıştır diyebiliriz. Ekonomi nazariyesi ve İslam hakkında söz edebilmek için bugünün iktisadî anlayışlarında yatan temel felsefeye çok özet bir şekilde bakmakta fayda vardır.
Yeniden doğuş anlamına gelen ve Batı dünyasında XVI. asırda kültür ve sanatta yenilenmeyi başlatan Rönesans hareketi ile, Aydınlanma ve Reform akımları, ilim, din, ve ahlak alanlarında, tabiat, emek, sermaye ve ekonomi konularında yeni anlayış ve fikirlerin doğmasına sebep olmuştur. Macit Gökberk’in ifadesiyle Rönesans, hiçbir zaman klasik ilk çağ düşüncesinin yalnız bir yenilenmesi değildir; o, görüş ve tutumu büsbütün yeni olan bir hayat, kendisine öteki çağlarda rastlanmayan yepyeni bir insan da getirmiştir..Yeni bir insan anlayışı yanında yeni bir din, yeni bir hukuk ve devlet anlayışı da getirmiştir. [1]
Biz, yazarın bu yazdıklarına, Rönesans, aynı zamanda yeni bir ekonomi anlayışı da getirmiştir, cümlesini eklemek istiyoruz. Her ne kadar yeni ekonomik fikirler ve ekoller daha sonra ortaya çıkmış olsa bile, tohumları bu zamanlarda atılmış olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dinde, hukukta ve sanatta serbestlik isteyen insan, artık ekonomide de serbestlik aramaya başlamıştır. (Mesela ekonominin dini anlayışlardan serbest kalması neticesi, Kalvinizm mezhebinin kurucusu olan Jean Calvin, o zamana kadar hiçbir dinin ve hiçbir filozofun yapmadığı bir şeyi yapmış, faiz hakkında yeni bir görüşü, yani faizin meşru olduğu düşüncesini ileri sürmüştür. [2] Artık dünün tabii insan kavramı yerine veya başka bir ifade ile Allah’ın yaratıp yeryüzünde görevli kıldığı tabiî-normal insan anlayışı yerine bu dönemde “Homo Economicus” (İktisadi adam) anlayışı ortaya çıkmıştır. Böylece iktisatçılar zamanın modasına uyarak, hayallerinde yeni bir insan tipi, menfaat duygusunun etkisi altında kalan ve öyle hareket eden, bu sebeple de diğer bütün duyguları ve ahlakî ihtiyaçları bastırılmış olan, gerçekten uzak, sembolik bir insan tipi kurgulamışlardır.
Bu insan kurgulama işini sadece ekonomi yapmadı; diğer ilimler de, felsefeden yavaş yavaş ayrılan başka bilimler de sadece kendi pencerelerinden bakarak bir çeşit insan üretmeye çalıştılar. Eskiden Rönesans öncesi ilim, din ve felsefe, hepsi bir arada mütalaa ediliyor ve öylece beraber fonksiyon icra ediyorlardı. Adeta insanın bir davranışı hakkında hüküm verileceği zaman bunların hepsinin katılımı ile bir karara varılıyordu. Fakat felsefe dinden, ilimler de ahlak ve felsefeden yavaş yavaş ayrıldıkça bu birlik bozuldu. Tabir caiz ise artık herkes kendi keyfine göre hüküm vermeye başladı ve böylece insanı, her bir ilim kendine göre farklı bir şekilde niteledi. Kimi ilim ona, konuşan hayvan derken, diğeri düşünen hayvan adını verdi. Birisi sosyal varlık derken, bir diğeri de sadece kendi çıkarı için çalışan, bencil bir varlık anlamında ona iktisadi adam (homo economicus) lâkabını taktı. İnsanın bu şekilde düşünen, konuşan, sosyal ve bencil olarak nitelenmesi belki o kadar önemli değildi; her ne kadar sosyal olmakla bencil olmak aralarında biraz problem olsa da bu sıfatlar arasında pek çelişkiler yoktu. Ancak ekonominin kendisini ahlaktan soyutlaması ve ilimlerin de insanı sanki değişik, farklı ve zıt parçalardan meydana gelmiş gibi algılamaları ve öyle kabul etmeleri çok yanlış ve zararlı idi. Tabiî ki, insanın dinî, ilmî, içtimaî, idârî, siyâsî, iktisadî ve ailevî yönleri vardı ve bunlar birbirinden ayrı ve kopuk değildi; onların hepsi bir bütün teşkil ediyordu. Mesela ekonomi, iktisadî olayları sadece ekonomik açıdan yani fayda ve zarar açısından inceleyerek, bir esrarkeş için afyon faydalıdır [3] derse ve bunu ekonomide ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır prensibine dayandırırsa, bu ekonomi insana ne kadar fayda sağlar ve bu söz ne kadar gerçekçi ve bilimsel olur? Esrarkeşlerden oluşan bir toplum, ekonomik açıdan bir değerlendirmeye tabi tutulduğu zaman acaba o toplum ekonominin amacını gerçekleştirebilen ve ihtiyaçlarını tatmin edebilen bir refah toplumu olabilir mi? Üreten, tüketen, harcayan, yatırım yapan ve çalışan capcanlı bir toplum olabilir mi? İşte bunlar, bu Rönesans medeniyetinin ekonomi anlayışının ortaya koyduğu çelişkilerdir. Böylece felsefenin dinden, bilimlerin de felsefeden ayrılması sanki eşyanın tabiatında bir boşluk, bölünmüşlük, zıtlık ve çelişkiler meydana getirdi; halbuki eşyanın tabiatında böyle şeyler yoktu ve işin gerçeği böyle değildi. Çünkü İbrahim Fadıl’ın dediği gibi, hukuk, ahlak, iktisat ve din gibi sosyal bilimlerin şubeleri arasındaki sınırlar kesin ve belirgin değildir. Bunlar daha çok araştırma ve öğrenmeyi kolaylaştırmak için bilginlerin kabul ettikleri nazari ve yapay bir takım sınıflamalardan başka bir şey değildi. [4] Felsefe dinden veya din felsefeden ayrıldıysa artık din kuralları akla ters düşecek veya akla dayalı düşünceler din ile çelişecek şeklinde bir düşünceye sahip olmak kadar saçma bir şey olamaz. İnsan hem akıl ve hem de nakil sahibidir; bunların gereklerini de aynı anda yaşar. Akıl ile nakil (vahiy) birbirini tamamlayan, kaynaşmış iki unsur olarak beraber fonksiyon icra ederler. İnsan fıtratının gerektirdiği bütün ilimler ve onun sahip olduğu doğru inançlar birbirinden ayrı ve çelişir değildir. İnsan birey ve toplum olarak deniz kıyısındaki kum taneleri gibi birbirinden kopuk da değildir; birinin faydası hepsinin faydası, birinin zararı hepsinin zararı demektir. Toplum böyle yekpare olmasaydı “onların mallarında sâil ve mahrumun belli bir hakkı vardır.” [5] kuralındaki bu hak iddiasını açıklamak mümkün olmazdı. Zengin olsun fakir olsun her kes, kendi mensup olduğu toplumun ferdidir. Anne karnındaki çocuk gibi ona bağlı olarak çalışan ve öyle hareket eden bir uzviyettir. Öyleyse toplumdaki insanî değerlerin bir bileşim olduklarını kabul ederek bunların bir bütün halinde barışık ve kaynaşık bir vaziyette fonksiyon icra ettiklerini kabul etmek mecburiyetindeyiz.
Şu halde bizim için Rönesans teorisyenlerinin beyinlerde ürettikleri yapay bir insan tipi ve onun ekonomik dünyasından daha ziyade tabiatta mevcut, doğal insanın ekonomisiyle meşgul olmak, onun iktisadî hareketlerinin nasıl olması lazım geldiğini tesbit etmek ve bu ilmin terim, tarif ve tasniflerini yeniden üretmek gerekliliği vardır. İşte biz bu makalemizde İslam’ın doğal bir ekonomi sistemine sahip olup olmadığını araştırıp eğer varsa, onun ana konularına birer örnek vermek suretiyle bir açıklığa kavuşturmak istiyoruz.
Önce isim üzerinde durmanın faydalı olacağı kanaatindeyim. Bilindiği gibi bugün dünyada kapitalizm ve komünizmden sonra üçüncü bir yol olarak İslam ekonomisi adı altında yeni bir ilim dalı kurulmaktadır. Ancak kurulmakta olan bu yeni ilme bakış açısına göre, çeşitli ve farklı isimlerle yaklaşılmaktadır. Bu konuda yazılan eserlerin adlarına baktığımız zaman Din ve İktisat, İslam ve ekonomi, İslam ve İktisat, İslam İktisadı veya İslam Ekonomisi gibi adlandırmalarla karşılaşıyoruz.
Bazı kesim ve kimseler, kimi ilim ve konuları ve hatta toplumları İslam’a izafe etmeyi ve o isim altında anılmayı pek uygun bulmuyorlar. Oysa meseleye İslam ve müslümanlar açısından baktığımızda ayette “(İnsanları) Allah’a davet edip iyi iş yapan ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” [6] denilmektedir. Burada kişi, kendisini Müslümanlardan biri ve İslam toplumunun bir üyesi olarak ifade ettiği için Allah tarafından “en güzel sözlü” diye nitelendirilmektedir. Başka bir ayette de şöyle buyuruluyor: “De ki: “Ey Kitap ehli, sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun biz müslümanlarız.” [7] “Ben müslümanım” biz Müslümanız” demek, kendimizi veya toplumu İslam’a izafe etmek niçin iyi karşılanmıyor, bunun sebebini anlamak mümkün değildir. Çünkü açıklamıyorlar. Onlara göre İslam devleti, İslam toplumu, İslam ekonomisi gibi ifadeler pek yerinde söylenmiş sözler değildir. Halbuki aynı şahıslar her zaman Din felsefesi, Din sosyolojisi, Din psikolojisi gibi ilim dallarını bu adları ile hep söyleyip duruyorlar. Din felsefesi veya Din sosyolojisi denildiği yerde Din ekonomisi ya da Din İktisadı veya Dini İktisat niçin denilmesin? Veya İslam ekonomisi ya da İslam İktisadı niçin denilmesin; bunun sebebini anlamak mümkün değildir. Eğer batı dünyasında felsefe, sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinlere bir de dini açıdan bakılarak din felsefesi, din sosyolojisi ve din psikolojisi gibi ilimler meydana getirilmiş denilecek olursa, orada dini ekonomi veya din ekonomisi yok diye bizde de böyle bir ilim dalı olmaz veya olmayacak demek, ne kadar gerçekçi olur ve böyle düşünmek bilimsellikle ne kadar bağdaşır ? Bu olsa olsa bize göre son derece tutucu bir söylem olur. Daha açık bir ifade ile Kapitalizm, Sosyalizm ve ekonominin bütün yelpazeleri teorik olarak ortaya konurken Yahudilik ve Hıristiyanlık Batıda bunlara karşı suskun kalmış ve bir iddiada bulunmadığından alternatif bir din iktisadı veya dinî iktisat ortaya çıkmamışsa, bundan dolayı din ekonomisi ya da İslam ekonomisi olmaz demek ne kadar gerçekçi olur? Müslüman bir alim hakkı arayan, hakperest bir kimse demektir ki, o, İslam’da olmayan bir şeyi var etmeye kalkmadığı gibi, var olan bir şeyi de örtmeye kalkmaz. Bize göre böyle kimseler ilimden ziyade politik-siyasi bir davranış içersinde olup bilimsel gerçekleri politik görüş ve çıkarlarına feda ediyorlar. Çünkü böylelerine sorsanız İslam hukuku diye bir şey var mı? Belki var diyecekler veya yok diyecekler onu bilmiyoruz. İslam hukukuna eskiden fıkıh denirdi, şimdi ise İslam hukuku deniliyor. İşte İslam hukuku birey ve toplumu nasıl hukuk açısından ele alıp inceliyorsa İslam ekonomisi de birey ve toplumu ekonomik açıdan ele alıp inceler. Hukuk, olayları adalet ve zulüm açısından incelerse, ekonomi de fayda ve zarar açısından inceler. Kur’an’da ve İslam’da namaz olmadığını kim iddia edebilir? Hiçbir kimse iddia edemez. Halbuki namaz hakkında Kur’an-ı Kerim’deki açıklamalar 4-5 kelimeyi geçmez. Oysa ekonomi hakkında Kur’an’da yüzlerce kelime ve ifadeler bulunmaktadır. Buna göre Kur’an’da ve İslam’da ekonomi yok diye kim iddia edebilir? Konuyu ve kendisini bilen, aklı başında olan hiçbir kimse böyle bir boş iddiada bulunamaz.
Feridun Ergin bile bir ekonomist olarak, İktisat adlı eserinin iktisadi fikir hareketleri bölümünde İslam dünyasında iktisadi fikir hareketlerini açıklarken kurmuş olduğu şu cümlelerinde “İslam ekonomisi” tabirini kullanmıştır: “Faiz, İslam dininde de haram sayılmıştır. Kanaatkarlılık ve tevekkül ruhu, müslümanların çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Lakin İslam ekonomisine hakim olan asıl fikir, itidal zihniyetidir.” [8]
Bizim anlayışımıza göre Rönesans’la başlayan batıdaki yeniden yapılanma hareketi, sadece ekonomide değil, hemen hemen hayatın bütün alanlarında değişimler meydana getirmiş, sistem kendi düşüncesinde bir insan tipi üretmeye çalışmıştır. Batıda bir çok nazariyeciler, doğadaki insanı ve doğal insanın varlığını anlamaya çalışacakları yerde, adeta ona bir şablon geçirmeye kalkmışlardır. Mesela “Homo Economicus”, demişler, bu teori tutmayınca bu defa bunun tam zıddı anlamında “Homo Socius” demişler, bu da olmayınca “Homo İstatikus” anlayışına geçmek istemişlerdir. Halbuki nazariyelerle, teorilerle ve istatistiklerle insana ulaşmak mümkün değildir. Çünkü insan laboratuara sığmayacak kadar büyük, bilimsel metotlarla keşfedilemeyecek kadar engindir. Sosyal olayları ve ekonomik hareket ve davranışları laboratuarlarda inceleyebiliyor musunuz? İnsan, fizik ve metafizik yönüyle bir bütündür; onun biyolojisi, fizyolojisi ve fiziği bilimin konusu olabilir. Ancak onun metafizik yönüne dokunabilir misiniz, elinizle tutabilir misiniz? Bu file ile su taşımak olmaz mı? Bizce bu yönüyle insanın adresi kutsal metinlerdir; Tevrat, İncil, Zebur ve Kuran’dır. Çünkü insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir düzlemde yaşıyor.
Bu batıda başlayan ilim adına gerçeği sadece duyularla arama ve bulma metodu ve yöntemi, yerleşik insan tasavvurunu değiştirip birtakım teorilerle yeni bir insan tipi üretme gayretleri ortaya çıkarmış ve böylece dünyada dinden uzaklaşma meydana getirmiştir. Belki sadece dinden uzaklaşma değil, mesela Paul Hazard gibi düşünürlerin de ifade ettiği gibi bulunan yeni bilimsel metod ve yeni düşünce sonucu artık din ortadan kalkmış ve onun yerini ilim almıştır. [9] Halbuki insan hayatında dinin yerini doldurabilecek hiçbir şey yoktur; nazariye, teori veya bilimsel düşünceler ya da bulgular dinin bir alternatifi olamaz. Çünkü dinî düşünce ve hayatta “ikame kanunu” uygulanamaz, dinin yerini hiçbir kurum tutamaz. Bilim ile din üretilemez, düşünce ürünleri de din olamaz. Bilim ve düşünceden, felsefe ve fikirden istifade edilebilir; ancak dinî bir görüşün ve dinî bir kuralın ham maddesi mutlaka dinî olmalıdır. Literatüre ekonomik bir deyim olarak giren Homo economicus ifadesi, din adamları tarafından değil, filozoflar tarafından üretilmiş, bir çeşit insana bakış açısını dile getiren bir kavramdır. Bu, hep kendi çıkarı peşinde koşan ekonomik adam demektir. Halbuki insanın sadece ekonomik yönü yok, başka yönleri de var. Dinî, ilmî, ictimâî, idârî, siyasî ve ailevî yönleri de var. İnsanın en geniş anlamıyla aynı zamanda bireysel ve toplumsal tarafı da bulunmaktadır. İnsana sadece ekonomik yönden bakıp diğer yönlerini konu dışına atmak ona fayda yerine zarar getirmiştir. Ekonomi, insanın diğer yönlerine uyduğu, onlarla iyi geçindiği müddetçe ekonomi olup bir fayda sağlar. Yoksa bugünkü dünyada olduğu gibi, Rönesans medeniyetinin ekonomi anlayışı ve uygulamasında gördüğümüz gibi krizler üreten bir kaynak olur. Bize göre bunun sebebi insanı bütün yönleri ile ele alıp ekonomik faaliyetin bütüncül bir yaklaşımla yapılmamasında yatmaktadır.
Homo ekonomikus anlayışı fayda yerine zarar getirince Yirminci Yüzyıl başlarında model insan üreticileri homo ekonomikus tipine karşıt bir kavram olan Homo Socius kavramını ileri sürmüşlerdir. Buna göre Homo Socius insanı devletin ve hemcinslerinin ihtiyaçlarına ve isteklerine elinden geldiği kadar hizmete çalışan ve kişisel çıkarcılık eğilimi beslemeyen bir kimsedir. Homo İstaticus terimi ise tabiattaki doğal insanın fotoğrafını çekemeyen, ancak onun hakkında faraziyeler üreten kimseler tarafından ortaya atılmış bir teoridir. Buna göre insan, istatistik adamı demek olur. Halbuki bu anlayış bir hayat realitesi değil, bir matematik faraziyesinden başka bir şey değildir. Çünkü bu anlayışta olanlar bu halleriyle insanı tek tip, fabrikasyon ve fotokopik olarak değerlendirmiş olurlar. Mesela geçinme indekslerinin hesabında gelir, tüketim ve tasarruf bakımlarından o memleket halkının nazari bir temsilcisidir, derler. [10] Bize göre insanı kendi doğasından uzaklaştıran bu nazariyeler, onun hakkında ifrat ve tefritten başka bir şey getirmiş değildirler. Birey ve toplum, fert ve devlet olarak insanı tanıyamayan ve onu bulamayan bu nazariyeciler, işte böyle faydasız faraziyelerin peşinde koşmaktadırlar.
İnsanın doğasında dini bir boyut da vardır; yalnız bu dini boyut ile diğer boyutlar arasında bir çelişki meydana gelmemelidir. Ekonomiyi dinden soyutlayıp onu sadece içgüdülerin yönlendirmesine terk edenler, dine belki paralel olacakları yerde, ekonomi ile dini birçok alanlarında çelişir ve çatışır hale sokmuşlardır. Toplumda bilhassa ekonomik hayatta ikame kanununu işletenler buğday bulunmadığı zaman arpa veya yulaf yemeyi tavsiye edebilirler. Yün elbise bulunmadığı ya da kabul edilmediğinde pamuklu giysiler tercih edilebilir. Ancak insan hayatında din yerine geçen veya dini temsil eden herhangi bir yer, kural veya kurum yoktur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Rönesans felsefesinde bazı batılılar dinin yerini ilmin aldığını veya alacağını söyleyebilirler. Bu hususta gayret gösterip çalışanlar da olmuştur. Fakat bunun gerçekle hiçbir alakası yoktur; çünkü hiçbir şahıs, kurum, kural, veya kuruluş dinin yerini alamaz ve dinin fonksiyonlarını icra edemez, onun yerini tutamaz. Tek cümle ile söyleyecek olursak, din hakkında ikame kanunu çalışmaz.
Bu dinden uzaklaşma veya toplumda dini yok sayma çabaları eskiden batıda da yoktu. Mesela orta çağda batıda iktisadi düşünce ve uygulama dinden uzak değildi. Orta çağda batı dünyasında da ekonominin elbette dini boyutu da vardı. Kilise, emek, faiz, adil fiyat ve buna benzer birtakım görüşlere sahipti. [11] Ancak bizim burada batıda yokluğunu söylediğimiz din ekonomisi veya dini ekonomi, XVII y.y. dan itibaren ortaya çıkmaya başlayan yeni ekonomi anlayışı ve çağdaş ekonominin yanı sıra din ve ekonomi üzerine çalışma yapılmayıp liberalizm ve kapitalizm mal, para, kredi, emek ve sermaye gibi terimlere yeni yeni anlamlar kazandırırken, kilise mensuplarının ve ilim adamlarının suskun kalması ve yeni ekonomi ilminin yanı sıra, mesela sosyoloji ve din sosyolojisi örneğinde olduğu gibi, bir de din ekonomisinin doğmamasıdır. Sosyoloji ve psikoloji ilimleri doğduktan sonra bir de din sosyolojisi ve din psikolojisi gibi ilim dalları ortaya çıkmış, ama ekonomi ilmi doğduktan sonra buna paralel olarak batıda din ekonomisi doğmamıştır.
Aslında insanın var olduğu günden beri iktisadi faaliyet ve ekonomik hayat hep var olagelmiştir. Çünkü insan hayatı, ancak üretim ve tüketim faaliyetleri sayesinde devam edebilir. Yani insanın olduğu yerde ekonomik hayat da vardır. Ancak XVII. y.y.a kadar bunun adı konmamıştı. Batıda Rönesans’la başlayan büyük değişim, insanın çalışıp yaşamasına ve üretip tüketmesine, diğer faaliyetlerinden ayırarak, ekonomi adını verdi. İnsanı da sadece bu ekonomik yönüyle ifade etmek üzere “homo economicus” şeklinde tarif edip tanıttı. Homo economicus, iktisadî adam demektir. F. Ergin’in dediği gibi, İktisadi adam, nazari ve sunî bir insan tipidir. Bu adamın hususiyeti, ruhi faktörlerin etkisine kapılmaksızın daima menfaat peşinde koşmasıdır. İktisadî adamın menfaat meseleleri dışındaki ruh hali tamamiyle pasiftir. Onun içgüdüsü, kazanma arzusunun çekimine tabidir. [12] Sadece ekonomik yönüyle ele alınan bu insan tipi yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, doğadaki normal insana uymamaktadır. Böylece bu yolun yanlışlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
İnsanın ekonomik hayatta menfaat duygusuyla hareket etmesi yanında bir de toplumun üyesi olması onu dengeli bir hayat anlayışına götürecektir. Hıristiyanlığın, bir bakıma devrini tamamlamış bir din olması dolayisiyle, bilimin ortaya çıkardığı soru ve problemlere karşı cevap verememesi karşısında teorisyenlerin ileri sürdükleri insan nazariyeleri, sadece bilime yani deney gözlem ve duyulara dayalı olmuş ve böylece din-bilim ittifakı olacak yerde din bilim uzaklığı veya zıtlığı meydana gelmiştir.
Burada din-bilim konusuna girecek değiliz; onu anlatmaya başlasak yüzlerce sayfa tutar. Ancak şu kadar söyleyelim ki, din ile bilim tarih boyunca insanoğlunu meşgul etmiş konular arasında yer alır. Ne var ki insan, bu iki kaynak ile birlikte olurken kimi zaman bunları dengede tutmuş, her ikisine aynı yakınlık ve uzaklıkta olmuş, kimi zaman birine yakın olurken diğerinden uzaklaşmış, bazan da birini kabul ederken diğerini reddetmiş, birini tutarken öbürünü atmıştır. Bazı şahıs ve toplumlarda din ile bilim, zamanının durum ve şartlarına göre bütün kurumları ile yüzde yüze varan bir kapasite ile çalışmış; bazan din bütün, bilim ise yarı veya çeyrek olmuş, bazan da tersi cereyan edip bilim bütün olurken bu defa din yarı veya çeyrek durumuna düşmüştür. Bize göre normal ve doğal olanı din ile bilimin fonksiyonel bir şekilde, sermaye-emek, karı-koca örneklerinde olduğu gibi, birbirini tamamlayan unsurlar olarak görülmeleridir.
İslam Ekonomisinin Kısa Tarihçesi
Bilindiği gibi İslam İktisadı veya İslam Ekonomisi tabiri Hindu-Pakistan kaynaklıdır ve Hindistan yarımadasında doğup gelişmiştir. XX. Asrın II. Çeyreğinde Hintli Müslüman alimler hem batı kültürüne ve İngilizce’ye vakıf oldukları, hem de İslam kültürüyle yetişip Arapça ve Farsça bildikleri için, Müslüman toplumların karşılaştığı sosyo-ekonomik meseleler karşısında, İslam’ın iktisadi görüşlerini klasik fıkıh kitapları dışına çıkarak modern iktisadî kavram ve kurumlar açısından açıklamaya çalışmışlardır. Arapça’ya ve Arap literatürüne intikal etmiştir.
İslam Ekonomisi deyimi daha sonra
Türkiye’ye bu İslam Ekonomisi deyişi Hintli alim ve mütefekkir merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah Bey tarafından getirilip takdim edilmiştir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne gelerek dersler vermeye başlayan Hamidullah Hoca fevkalade kıymetli yayınları arasında dilimize bir de küçük kitapçık kazandırmıştır. “İslam İktisadı” adını taşıyan bu küçük kitap Türkiye’de bu sahada basılan ilk eser olma şerefini taşımaktadır.
Bundan sonra Prof. Dr. Sabahaddin Zaim Bey 1967 yılında İstanbul Din Görevlileri tarafından Kadıköy Halkevi’nde tertip edilen konferansta “Modern İktisat ve İslam” konusunu işlemiştir. Bu konferans teypten deşifre edilerek, İhsan Babalı tarafından çıkarılmakta olan İslam Düşüncesi Mecmuası Yıl: 1, Sayı: 5, 1968 Nisan sayısında neşredilmiştir. Daha sonra Sabahaddin Zaim Bey Hocamız, İslam ekonomisi hakkındaki görüşlerini, Yeni Asya Yayınları arasında çıkan, 1992 tarihinde okuyuculara sunulan “İslam-İnsan Ekonomi” adlı değerli kitapta toplamıştır.
Celal Yeniçeri’nin “İslam İktisadının Esasları” adlı hacimli eseri de 1980 yılında Şamil Yayınevi yayınları arasında çıkmıştır.
Bu tarihlerden itibaren İslam ekonomisi alanında büyük gelişmeler olmuş ve 1976 Dünya Kongresi’nden sonra çalışmalar büyük bir hızla devam etmiştir. O günden bu yana çeşitli milletler arası konferanslar ve seminerler düzenlenmiştir. Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesinde, İslam Kalkınma Bankası’nda, Kıbrıs Milletlerarası İslam Bankacılık ve İktisadı Enstitüsü’nde, İslamabad ve Malezya İslam Üniversiteleri’nde Araştırma Merkezleri kurulmuştur. Bilhassa İslam Bankacılığı ile Finans konuları büyük ilgi görmüş ve yüzlerce kitap ve makale basılmıştır. İslam ekonomisiyle ilgili İngilizce, Arapça, Urduca, Türkçe literatürler yayınlanmıştır.
Bu arada ülkemizde de bir yandan İktisat ve İktisadi-İdari Bilimler Fakülteleri’nde genç ilim adamları bu sahada çalışmalara katılmış, diğer taraftan İlahiyat Fakülteleri’nde yetişen genç elamanlar İslam Ekonomisi konularıyla ilgilenmişler ve böylece bir çok eser yayınlanmıştır. İsav ve Ensar gibi İslami ilimler alanında kurulmuş olan vakıflar, İslam Ekonomisi sahasında çeşitli konularda konferanslar tertip ederek sonuçlarını yayınlamışlardır.
Ayrıca Milletlerarası İslam İktisatçıları Derneği kurulmuş, konu dünya çapında ele alınıp İslam çevrelerini aşarak dünya kamu oyuna mal olmuştur.
İslam Ekonomisi ile ilgili araştırmalar üniversite içinde de ele alınmış olup master, yüksek lisans ve doktora seviyesindeki çalışmalar sürdürülmektedir.
İslam Ekonomisi tabirinin ortaya çıkışı ve gelişmesi hakkındaki bu açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere bu ilmin henüz başlangıç halinde olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla teorik olarak bir İslam Ekonomik sisteminin varlığından bahsetmek şimdilik erkendir. Fakat ilgilenenlerin bileceği ve insaf sahiplerinin kabul edeceği gibi, Kur’an ve Sünnet kaynaklarından istifade edilerek nasıl bir İslam Hukuku ortaya konmuşsa ve biz bugün İslam’ın bir hukuk teorisi ve doktrini vardır diyebiliyorsak, aynı şekilde kaynaklara dayanılarak İslam’ın Ekonomik Doktrini ortaya çıkarıldığı gün de İslam’ın bir Ekonomik Teorisi vardır, diyebiliriz.
İslam ekonomisinin ayrı bir ilim dalı haline gelebilmesi için Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere, tefsirler, hadis kitapları ve şerhleri, iktisadi bakışla incelenerek, İslam’da farklı metoda sahip çeşitli mezheplere ait fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinde açıklanmış olan kaide ve kurallar araştırılmalı, Ahkamü’s-Sultaniye, Kitabü’l-Emval ve Kitabü’l-Harac adları altında tarihte yazılmış olan eserler gözden geçirilmelidir. Bu çalışmalar yapıldıktan sonradır ki, İslam Ekonomisinin Esasları tespit edilmiş ve İslam’ın ekonomi teorisi ortaya çıkmış olur.
İslam’ın Ekonomik Görüşü Vardır
İslam iman, amel ve ahlak konularında birtakım terim ve tarifler getirdiği gibi, insan davranışlarını yönlendiren din, bilim, iktisat ve idarede de tasnifler yapmıştır. Kainattaki nizamı, canlı ve cansız varlıkları yaratan Allah koymuştur. Alemi, çift çift yaratmıştır. Kâinatı ve insanı var etmiş; kâinatta canlı ve cansızları, insanda ruh ve bedeni, cansızlarda varlık ve tesiri, canlılarda gaye ve iradeyi, ruhta doğruluk ve iyiliği, bedende fayda ve ünsiyeti yaratmıştır. Mekanda zamanı var etmiş; Maddede enerjiyi tesirli kılmış; Nebatta hayatı gaye yapmış, toplumda şuura irade vermiştir. İlimde, dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelliklerin yayılmasını; idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini; iktisatta ise teknik ile faydalının yapılmasını gerçekleştirmiştir. Fizyokratların ifade ettiği gibi insana düşen görev, kainatta var olan bu kurulu düzeni bulmaya çalışmasıdır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi İslam’ın bir hukuk yönü bulunmaktadır. Onun için İslam hukukunun varlığını kabul edenler, dolayısıyla İslam ekonomisinin de var olduğunu kabul etmek durumundadırlar. Çünkü hukuk ile ekonomi, konu olarak insanı ve insan davranışlarını ele almaları bakımından benzer ilimlerdir denilebilir. Bu sebeple İslam’ın bir hukuk tarafının bulunduğunu kabul edenlerin, ekonomik tarafının da bulunacağını kabul etmeleri gerekir diyoruz. İslam hukukunun varlığını yalnız müslümanlar değil, müslüman olmayanlar bile kabul etmektedirler. 1938 yılında Lahey’de toplanan Uluslar arası Hukuk Konferansı’nda, bu toplantıya katılan Müslim ve gayr-i Müslim üyeler, İslam hukukunun mukayeseli hukuk kaynaklarından biri olduğu, canlı ve gelişmeye elverişli olup başlı başına, müstekıl ve orijinal bir hukuk olduğu ve hiçbir hukuktan alınmadığı hususunda oy birliği ile karar vermişlerdir. [13]
Ekonominin ilim olarak felsefeden ayrılıp müstekıl hale geldiği günden beri ürettiği kelime ve terimlerin bir çoğu lafız ve mana olarak ayetlerde geçmektedir. Mesela Kur’an-ı Kerimde emek, [14] ücret [15] (İcare: hizmet ve kira akdi), faiz [16] (Ribâ), alış veriş (bey’), [17] mal, [18] para, [19] karz (kredi), [20] sermaye, [21] ihtiyaç, [22] fayda, [23] zarar, [24] kazanma (kâr etme), [25] eşyanın (malların ve paraların) değerlerinin düşürülmemesi, [26] zekat (vergi) ve zekatın dağılım yerleri, [27] ticaret, [28] ziraat, [29] aldatma [30] gasp ve hırsızlık [31] gibi daha bir çok konularda ayetler vardır. Bu ayetlerde ekonomik anlamlar ya açık bir kural ve kaide olarak ya da işaretlerle birçok hükümler getirilmiştir. Böylece ekonominin temelini teşkil eden üretim, tüketim, mübadele ve diğer konularda sistemin genel prensipleri tesbit edilmiş bulunmaktadır. Tabi bu ayetleri anlamak için Kur’an-ı Kerim’in dilini, ilmî bir şekilde bilmeye yani klasik Arapça’yı bilmeye ihtiyaç vardır.
Kur’an’ın veya İslam’ın ekonomik bir model sunmadığını ileri sürenler bulunabilir. Ekonomik esasların Kur’an’da açık ve zahir olarak bulunmadığı ve dolayısıyla İslam ekonomisi diye bir şeyin olmadığı iddia edilebilir. Biz burada bu düşüncede olanlara görüşlerinin yanlış olduğunu kendilerine göstermek için namazı (salatı) delil ve bir örnek olarak sunmak istiyoruz. Bilindiği gibi namaz, İslam dininin temel esaslarından birisidir. Bunu herkes böyle kabul eder ve hiçbir kimse inkar edemez ve İslam’da namaz yoktur, diyemez. Ama Kur’an’da namazdan bahseden sadece “salat” (dua ve mağfiret) kelimesi geçmektedir. Bunun yanı sıra namazın rükünlerini ifade eden kıyam, kıraat, rüku ve secde kelimeleri de bulunmaktadır. Namaz da Kur’an’da bütün özellikleri, şekilleri, rükünleri ve evsafı ile açık bir şekilde açık açık anlatılmış değildir. Namazın tüm rükünlerini ve özelliklerini bize Hz. Peygamber’in sünneti açıklayıp öğretmiştir. Hz. Muhammed’in arkadaşları, Hz. Peygamber’e bakarak o nasıl namaz kılıyorsa, onlar da öyle namaz kılıyorlardı. Hatta bu hususta Hz. Peygamber’in “Ben nasıl namaz kılıyorsam bakın; siz de aynı benim gibi namaz kılın” buyurdukları sabittir. [32]
Hz. Peygamber’in namazı açıklayan sünneti olmasaydı, bugün müslümanların kıldığı namazda şekil birliği olmaz; kimisi alın ve burun üzerine secde yaparken diğerlerinin de kulakları üzerine secde etmeleri ihtimal dahilinde idi. Ama Sünnet namazın nasıl kılınacağını açıklayarak, rüku nedir ve nasıl yapılır, secde nedir ve nasıl yapılır; bütün bunları bir bir açıklamıştır.
Namaz, salat kelimesiyle ifade edilmekle beraber, bu kelimenin manası zahir olmayıp kapalı olduğu için, namazı çok açık bir şekilde ortaya koyamamaktadır. Bu durumda biz, Kur’an’da A’dan Z’ye bütün kurallarıyla açık bir şekilde anlatılmamış diye, Kur’an’da veya İslam’da namaz yok diyebilir miyiz? Diyemeyiz; çünkü İslam, Kur’an ve Sünnet gibi iki kaynağa dayanan bir dindir. Kur’an’da olmayan bir şey, sünnette ve Hz. Peygamber’in hareket ve davranışlarında olabilir. Ya da Kur’an’da işaretle kapalı olarak anlatılan bir hüküm veya tavsiye Hz. Peygamberin sünneti ile açıklanmış ve kolayca anlaşılır bir hale getirilmiş olabilir. Kaldı ki, meseleye konumuz olan ekonomi açısından baktığımız zaman çok enteresan bir durum ortaya çıkıyor. Hiçbir kimsenin varlığını inkar edemediği namaz hakkında Kur’an’da üç beş kelime zikredilirken, ekonomi hakkında yüzlerce ayette yüzlerce kelime söylenmiş bulunmaktadır. İleride yeri geldikçe bu ayetlerin metinleri verilecektir.
Şu halde bu açıdan bakarak Kur’an’da ekonomi hakkında açık hüküm bulamadıkları için, İslam’da ekonominin bulunmadığını iddia edenler, aslında bilmeden (Kur’an’da açık hükümle bildirilmediği için) İslam’da namaz da yok der gibi bir hataya düşmüş oluyorlar. Yoksa Kur’an’da açıkça zikredilmediği için, İslam’da ekonomi olmaz diyenlerin mantığı ile düşünecek olursak, aynı metodu namaz için de uyguladığımız zaman İslam’da namaz da yok neticesine varılır ki, bunu sadece müslümanlar değil, başka din mensupları, gayri müslimler bile kabul etmezler.
Muhammed Hamdi Yazır, Bakara Suresi’nin 274. ayetini tefsir ederken konumuzla da ilgisi bulunan şu fikirleri yansıtmaktadır: İlâhî hikmete ve ilâhî sünnete göre, böyle gece gündüz, gizli ve açık demeyip her zaman ve her durumda infaka devam edebilmek az olsun, çok olsun infak çeşitlerinin en mükemmeli olan bu tarzı, sahibinin kazanç yollarına göre, çeşitli derecelerde değerlendirilmesi ihtimali bulunmaktadır. Bunun temelinde malların faydalanmaya sunulmasıyla, istifçilik ve karaborsadan korunması ve dolaşımın hızlandırılması gibi hayatî, mâlî, iktisadî hikmetler vardır. En dikkat çekici nokta ise ferdî ekonomi ile genel ekonomiyi içiçe kaynaştırmasıdır. Toplum düzeninin genel yapısı, servetin topluca dolaşımını engellemeye yönelik istifçilikten aşırı kâr hırsına yardımcı olduğu zaman, ekonomik çöküntünün başlamış olduğunu bilmek gerekir. [33] .
Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, bugün İslam ekonomisi bütün kurum ve kurallarıyla teorik olarak ortaya konmuş değildir. İslam ekonomisinin müstekıl bir ilim haline gelebilmesi için, üzerinde daha uzun süre araştırma ve çalışma yapılması ve hatta yalnız teorik çalışma değil, aynı zamanda araştırma neticesi elde edilen bulguların uygulamaya konulmasına ihtiyaç vardır. O yüzden biz, gerek kendi çalışmalarımız ve gerekse memleketimizde yayınlanmış olan tercüme ve telif İslam ekonomisini anlatan eserlerin konularında çok iddialı olduklarını ileri sürmüyoruz. Ama bizim bu alanda iddia ettiğimiz bir husus vardır: İslam’ın ekonomi teorisinin nirengi noktaları Kur’an ve Sünnette belirtilmiştir; dolayısıyla bu nirengi noktalarını birleştirdiğimiz zaman İslam ekonomisinin iskeleti ortaya çıkacaktır. İslam alimleri geçmişte nasıl İslam hukukunu ortaya koymuşlarsa, bugün yaşayan Müslüman bilginler de kaynaklarına dayanarak İslam ekonomisini teorik olarak, bir doktrin şeklinde ortaya koyacaklardır. Bu hususta ülkemizde çalışmalarına devam eden ilim erbabının gayretleri bize ümit vermektedir. Bir ilmin diğer ilimlerden ayrılarak müstekıl bir bilim haline gelebilmesi için, sadece teorik çalışmalar değil, belki bunun yanında sosyal ve siyasi şartların da oluşmasına ihtiyaç vardır. İlim bir süreçtir. Bizim temennimiz bugün uygulanmakta olan ekonomik sistemlerin bazı yanlış tarafları bulunması dolayısıyla meydana gelen krizlerin ve ekonomik zulümlerin bir an evvel ortadan kalkması; birey ve toplum olarak insan doğasına uygun olan bir sistemin uygulama alanına geçirilmesidir. İktisadi ekollerden biri olan fizyokrasi mektebine mensup fizyokratlara göre dünyada, varlıklar aleminde böyle doğal bir düzen vardır. Fizyokratların fikir sistemindeki ana prensiplerden birisi de mevcud bütün rejimler arasında, insanlık hesabına en faydalı olanı doğal düzendir. Doğal düzen, dünyayı yaratan kuvvetin istemiş olduğu düzendir. Tanrının kurduğu düzen, insanların düşünebilecekleri suni sistemlerden daha iyidir. [34] . İşte Feridun Ergin’in kitabında bahsettiği bu Fizyokratların doğal düzen teorisi bir gerçeğin ifadesi olup insana düşen bu doğal düzene ulaşmak için çalışmasıdır. Bize göre bugün dünya bu doğal düzene ancak İslam’ın gösterdiği yollardan, Kur’an ve sünnetin önderliğinde ictihad ve icma ile ulaşabilir. Bu hususta çalışıp ihlas ve samimiyetle emek harcayanlara, ömür tüketenlere şimdiden başarılar dilerim.
Sistemin Esası
İnsan bünyesinin en önemli özelliklerinden birisi de yabancı maddeleri kabul etmemesidir. Zaten biyolojideki “doku uyuşmazlığı” meselesi de buradan kaynaklansa gerektir. Bu sebeple bazı insanların bünyeleri başkalarının uzuvlarını kabul etmeyip reddetmektedir. Mesela bir böbrek hastasının bünyesi, başka bir şahsın böbreğini kabul etmeyebiliyor. İnsan bünyesi bile kendisine uygun bir organ istiyor. O nedenle sistemin doğru dürüst çalışabilmesi için kendi içersinde uyumlu ve ahenkli olmak mecburiyeti vardır. Bu esastan hareket ederek biz, her sistem kendi bünyesi içersinde geçerlidir, diyoruz. Bu demektir ki, mersedesin pistonu, opelin gömleği ve bir başka markanın şanzımanı bir araya gelerek bir motor meydana getiremez; getirse bile bu motor çalışmaz. Dar anlamda bir bütünü meydana getiren parçalar topluluğuna sistem adı veriyorlar. Daha farklı bir deyimle, parçaları ve unsurları itibariyle birbirlerine bağlı olan bir bütün, organik bir topluluk; düzenli bir bütün teşkil edecek tarzda, karşılıklı olarak birbirlerine tabi olan maddi veya maddi olmayan unsurların topluluğu veya belli bir sonuca varmak yahut bir bütün elde etmek için bir araya getirilmiş parçaların düzeni demektir. Öyleyse sistemin parçaları arasında birlik ve beraberlik ve bir ahenk olmalı ki, o sistem güzel bir şekilde çalışabilsin.
Ekonomi de aslında birbirinden farklı alan ve parçalara sahip olduğu için sistemden ibarettir diyebiliriz. İktisadî sistemlerde şu şöyledir, bu böyledir diye hep söyleyip dururuz. Biz burada sistem üzerinde uzun uzun durup sistem ve rejim tartışmalarına girecek değiliz. Bizim burada sistemin esasını açıklamaya çalışırken asıl amacımız Kapitalizm, Komünizm ve İslamiyet’in çıkış noktalarını göstererek İslam ekonomik sisteminin temel prensiplerini ortaya koymaktır. Kapitalizm, isminden de anlaşılacağı gibi para ve sermayeye çok önem veren, özel sermayenin ve sermayedarın üstün bir yer tuttuğu rejim demektir. [35] . Kapitalist sistemde kâr ve faizin önünde hiçbir engel bulunmayıp ticaret ve kâr sınırsız bir şekilde sonuna kadar serbesttir. Faiz ise zaten sermayenin hakkı kabul edilerek, üretim vasıtaları hasılayı bölüşürlerken sermayeye ayrılan pay demektedir. Şükrü Baban faizin illeti nedir sorusuna cevap olarak şunları söylemektedir: “Faiz illetinin meşru olması, ekonominin en eski davalarından biridir. Eskiden faizin meşru olup olmadığı ve meşru ise ne için olduğu münakaşa edilirdi. Bugün ise faizin niçin mevcut olduğu, nasıl izah edilebileceği münakaşa edilmektedir. Faizi meşru ve mubah kılan âmil, sermayenin özel mülkiyet alanına dahil olmasıdır. Hiçbir kimse mülküne dahil olan bir malı karşılıksız, ivazsız başkasına vermeye, devretmeye zorlanamaz. Faizsiz para verilmesi, bedava mal satılması gibi ve onun kadar gayr-i varit görülebilir.” [36]
Şükrü Baban’ın faiz hakkındaki bu cümlelerini İslam açısından kabul etmek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü bir defa parayı mal gibi kabul ederek, mal ile para arasındaki yapılan bu benzetme tamamen yanlıştır. Zira para başka, mal başkadır. Zaten İslam ekonomi terminolojisinde mal, para ve emek ayrı ayrı şeyler olarak kabul edilmiştir. Bunlar birbirlerine benzemediği için aynı kural ve kanunlara tabi tutulamazlar. Mesela mal depo edilebilir, emek depo edilemez; [37] , mal fayda verir, paranın ise böyle bir özelliği yoktur. Mal kullanıldığı zaman ya yıpranır, eskir veya tükenir; para ise kullanıldığı zaman yıpranmaz ve tükenmez. Onun için para para doğurmaz ve faiz bir şeyin karşılığı değil, karşılığı olmayan bir veriştir. Bu sebeple İslam ekonomisinde faize geçit yoktur; meşru faiz diye bir şey olamaz. Çünkü ilgili ayette “..ancak sermayeniz sizindir.” [38] buyurularak, sermayeye yapılacak her türlü ilavenin haram olduğuna işaret edilmiştir. Belki ileride bu konulara tekrar döneceğiz; ancak burada kapitalizmin, faize aynı kâr ve ticaret gibi baktığını ve böylece her ikisini de serbest yaptığını söylemeliyim.
İslam’ın ekonomi anlayışında emek, mal ve para birbirinden tamamen ayrıdır. Halbuki bunlar ekonomistlerin anlayışında aynı olup birbirlerinden farksız oldukları için aynı kanunlara tabi tutulurlar. Mesela emek ile mal arz ve talep kanunları ile yorumlanıp emek, aynı malda olduğu gibi, az olduğu zaman pahalı çok olduğu zaman da ucuz olur. Mesela Tunç Kanunu ve ücret teorileri bu iddianın açık delilidir. Emek bir meta gibi kabul edildiği için, evlenmelerin ve doğumların azalması, ölümlerin artması ile emek arzı daralacağından neticede ücretler daime asgari geçim seviyesinde olacaktır. [39] Oysa İslam ekonomisinde emek hiçbir zaman mala benzemez. O yüzden emek meseleleri “İcare” bahsinde ele alınırken, malın alım satımı, nakli ve mülkiyetin devri gibi olayların kuralları “Bey’ veya Büyu” bahsinde anlatılır, para ile ilgili konular ise yine ayrı bir bölümde, “Sarf” bahsinde açıklanmaktadır.
Komünizm ise kapitalizmin tam zıddı hareket ederek hem kârı ve hem de faizi yasaklamış, özel mülkiyete yer vermediği için ekonomik hayatta ticaret ve faiz söz konusu olmamıştır. Feridun Ergin’in ifadesiyle güdümlü ve planlı ekonomiler kâr zihniyeti yerine idarî hizmet fikrini getirmişlerdir. [40]
İslam ise ekonomik sistemini, “Allah bey’i (alış verişi, ticaret ve kârı) helal, ribayı (faizi) ise haram kıldı” [41] esası üzerine oturtmuştur. Kapitalizm, kâr ve faizin her ikisini serbest bırakmış, komünizm ise bunların her ikisini yasaklamıştır. İslam’a gelince, o ise “kâr serbest, faiz ise yasak” diyerek kapitalizm ile komünizmin görüşünü kabul etmemiş, kendine göre ayrı bir yol tutmuştur.
Burada gelir dağılımında kapitalizm ile komünizm arasında tartışma konusu olan meşhur artı değer meselesini açıklayıp İslam’ın da görüşünü ortaya koyduğumuz zaman bu üç sistemin, aynı veya benzer olmayıp farklı sistemler olduğu da görülecektir. Artı değer yalnız insan emeğinde değil, hayvanlarda ve hatta bitkilerde bile görülebilen bir husustur. Arılar kendi ihtiyaçları için bal üretirken fazla üreterek insanlara da faydalı olurlar. Bitkiler meyve vermekle sadece kendi cins ve türlerinin devamını sağlamıyor, aynı zamanda fazla vererek başka canlılara da yararlı oluyorlar. İşte bu ihtiyaç fazlası mala ve kıymet fazlasına ekonomi dilinde artı değer adı veriyorlar. Aynı durum insanlar için de söz konusudur. Mesela sermaye ile emek birleşerek bir üretim yapılmaktadır. İslam hukukunda buna şirket-i mudâraba adı verilir. Mesela kolay anlaşılması için matematikle ifade edecek olursak, 5 birim bir sermaye yine 5 birim bir emekle birleşerek 15 birim bir verim elde etsinler. Sermaye ile emek harcadıklarının tam karşılığını aldıkları zaman, her birinin payına 5’er birim düşer; böylece geriye bir 5 birim verim kalır ki, işte bu geri kalan 5’e komünistler artı değer adı verirken, kapitalistler de katma değer diyorlar. Bu iki rejim arasındaki kavga işte bu 5 artı değer üzerinde kopmaktadır. Bu 5’in komünistler emeğin hakkı olduğunu, kapitalistler ise sermayenin hakkı olduğunu ve böylece ona verilmek lazım geldiğini iddia ediyorlar. İslamiyet ise her iki görüşü de reddederek bu denklem bir defa bir toplam değil, bir fonksiyoneldir, yani matematiksel ifade ile söyleyecek olursak bir çarpımdan ibarettir diyerek artı değeri her iki ortak arasında yarı yarıya paylaştırmaktadır. Yani İslam’a göre artı değer, kapitalistlerin iddia ettiği gibi ne sadece sermayenin hakkı ve ne de komünistlerin iddia ettiği gibi yalnız emeğin hakkıdır. Tam tersine her ikisinin de müşterek hakkı olup aralarında yarı yarıya bölüşürler. Çünkü sermaye ile emek aralarında anlaşıp üretim yaptıkları zaman, kâr normal şartlar altında aralarında yarı yarıya ortaklaşa bölüştürülür. İslam hukukunda genel prensip budur; çünkü şirket-i mudarabede taraflar aralarında alacakları kâr nispetini tayin ve tesbit etmemişlerse, kâr aralarında yarı yarıya olur. Fıkıhta ibare aynen şöyledir: “Bir kişi bir başkasına kârda ortak olmak üzere 1000 dirhem verse ve kârın miktarını açıklamasa akit caizdir. Bu durumda kâr aralarında yarı yarıya olur.” [42]
Bu durumda netice olarak İslam’da özel mülkiyetin tanınması, kişinin kendi ürettiğine sahip olması gibi, ekonomik esasların yanında, diğer sistemlerin ortaya koyduğu esaslardan ayrı olarak İslam’ın kendine göre bir düzenleme yaptığı görülmektedir. Öyleyse İslam, kendine mahsus, nevi-i şahsına munhasır ve süi jeneris bir ekonomik sisteme sahip bulunmaktadır diyebiliriz. Artık bu durumda Müslümanların üzerine düşen, Kur’an ve Sünnetin koyduğu nirengi noktalarını birleştirerek, İslam ekonomik sisteminin trafik yollarını çizmek ve İslam ekonomik haritasını çıkarmaktır.
İslam Ekonomisinin Mülkiyet ve Vergi Anlayışlarına Getirdiği Bazı Esaslar
İslam ekonomisi, her şeyden önce İslam düzeninde olduğu gibi, bir dengeler sistemidir. Din-bilim, birey-toplum, fert-devlet, dünya-ahiret, üretim-tüketim, tasarruf-yatırım, mal-para, arz-talep, yargı-yürütme, yasama-denetleme, imar ve iaşe (sosyal güvenlik) gibi kurumlar arasında bir denge kurulduğu zaman orada sağlıklı bir ekonomik sistemin varlığından söz edilebilir. Biz bu makalemizde İslam ekonomisinin sahip olduğu bütün prensiplerden bahsedemeyiz. Aslında ayet ve hadislerde ekonominin bütün alanları hakkında emir, tavsiye veya nehiler getirilmiştir. Bunların hepsini burada ele almak mümkün değildir. Ancak bir örnek olmak üzere mülkiyet ve vergide getirilen esaslardan özet olarak bahsedip makaleye son vermek istiyoruz.
Mülkiyetteki Esaslar
İslam, hukukta olduğu gibi ekonomide de ifrat ve tefritten uzak bir şekilde orta yolu benimsemiş bir dindir. İktisatçıların mülkiyet anlayışında kişi elde ettiği malı istediği gibi harcayabilir, atabilir ve yakabilir, hatta onu imha edebilir. [43] Fazla ürün elde edildiği zaman fiyatlar düşmesin diye bazı maddelerin denize dökülmesi adeti buradan kaynaklanıyor olmalı. İslam’da ise mülkiyet böyle mutlak olmayıp sınırlı bir mülkiyet anlayışı vardır. Kur’an, eski Arap kabilelerinden olan Medyenlilerin, hiçbir sınırlama kabul etmeksizin mallarını istedikleri gibi sarfetme hakkına sahip olduklarını iddia ettikleri için azaba mahkum edildiklerini belirtmektedir. [44] Şüayb Peygamber Meyden halkına, “Ey milletim, ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın.. tam ve dengeli yapın. İnsanların eşyasının (mal ve paralarının) değerini düşürmeyin. (enflasyon yapmayın) memleketimde bozgunculuk yaparak kötülük etmeyin.” [45] dediği zaman onlar adeta alay ederek peygambere, “Ey Şüayb, bizim mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor” dediler. Şu halde müslümanlar mülkiyet hakkını kendi keyiflerine göre istedikleri gibi kullanamazlar. Ayetlerde geçen “onun malı” [46] ve “sizin malınız” [47] gibi ifadeler İslam’da özel mülkiyetin varlığına işaret etmektedir. Ayrıca insanların mallarını karşılıksız, batıl yollarla alıp yemeyi yasaklayan ayet [48] ile, başkalarının mallarını çalanlara şiddetli bir hırsızlık cezası getiren ayet [49] bize, özel mülkiyete saygı gösterilmesi lazım geldiğini ifade etmektedir.
İnsanlar, ruhlar aleminde yeryüzünde Allah’ın halifesi olmayı kabul ettikleri zaman bir emaneti üstlenmiş bulunuyorlardı. [50] Her şey insana emanet edilmişti. Kişinin kendi eli ve ayağından tutun da malı, mülküne, evladı iyâline ve konum komşusuna, hayvanlara ve bitkilere varıncaya kadar bütün bunlar onun uhdesine verilmiş birer emanettir. Elmalının ifadesine göre [51] insan, Allah’ın hukuk eminidir; gerçek sahip ve malik olan Yaratıcı, tüm varlıkların, insan, hayvan, bitki ve cansızların haklarının korunmasını, bir emanet olarak insana vermiştir. Yani kişinin bir mal üzerindeki mülkiyet hakkı, kendisine emanet edilen başkasının malına bakmak gibi bir şeydir.
Mülkiyetin sözlük anlamı, bir şeyi ele geçirme ve onun üzerinde tek başına söz sahibi olma demektir. [52] . Terim olarak ise mülkiyet, insanın doğrudan doğruya veya vekil vasıtasıyla dolaylı olarak ayn (malın kendisinden) veya menfaatten (kirasından) yararlanma, bundan feragat ettiği takdirde karşılığını alma yetki ve iktidarıdır. [53]
Yeryüzünde her şey insan içindir; bu sebeple insandan başka mülkiyete müstahak bir varlık yoktur. [54] . İslam ekonomisinde herkes emek verip ürettiği şeye sahip olur. Kadın erkek, bütün üreticiler emeklerinin karşılığını hiç eksik ve noksan yapmadan tastamam alırlar. Bu hususta Kur’an’da pek çok ayet vardır. “Gerçekten sizin çalışmanız çeşit çeşittir.” [55] . “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Emeği yakında görülecek ve sonra karşılığı ona tastamam verilecektir.” [56] . “Kim inanmış olarak faydalı işler yaparsa onun çalışmasına nankörlük edilmez.” [57] “Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeylere göz dikmeyin. Erkeklere de çalışıp kazandıklarından bir hisse var; kadınlara da çalışıp kazandıklarından bir hisse vardır.” [58]
İslam ekonomisinde mülkiyet anlayışı ne bireyci kapitalist ve ne de toplumcu komünist mülkiyet anlayışına benzer. İslam fert ile devleti ve birey ile toplumu terazinin kefeleri gibi dengede tutup her ikisine de aynı derecede değer verdiği için hem kapitalist ve hem de komünist ekonomiden ayrılır. Farz-ı Ayn ve Farz-ı Kifaye tabirleri, beşeri ortamda birey ve toplum olarak her ikisinin de görevlerini dile getiren terimlerdir. Kapitalistler ferde sonsuz mülkiyet hakkı tanırken, komünistler bu hakkı bireyden tamamen alıp topluma ve devlete vermişlerdir. Böylece bu iki sistemin mülkiyet felsefesinde zıt iki kutup meydana gelmektedir. Birisi özel mülkiyete sınırsız hak tanırken, diğeri hiç tanımamaktadır. İslam ise ferde bir taraftan mülkiyet hakkını tanırken diğer taraftan mecburi vergide zekat esasları ve ihtiyari yardımlarda ise sadakalar ile ve hatta tüketimdeki israf yasağı ile toplumun hissesini de teminat altına almıştır. İslam’ın özel mülkiyeti tanıdığı ve sadece tanımakla kalmayıp onun dokunulmazlığını ilan ederek aynı zamanda onu koruduğunu hadislerden de öğrenmekteyiz. Hz. Peygamber, “Ey insanlar! Canlarınız, mallarınız ve namuslarınız kutsaldır-dokunulmazdır ve her türlü tecavüzden korunmuştur.” Buyurmuşlardır. [59]
İslam ekonomisinde mülkiyeti elde etmek için meşru yollar vardır. Bunların en önemlisi emektir; emek harcayarak çalışıp kazanmak İslam kültüründe çok övülmüş, çok iyi kabul edilmiş bir yoldur. Bu hususta Hz. Peygamber, “Hiç kimse, el emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir.” Buyurmuşlardır. [60] İnsan ticaret yapmak suretiyle de mülkiyet elde edebilir. Çünkü Allah alış veriş yapmayı, ticareti helal faiz alıp vermeyi ise haram kılmıştır. [61] . Toprağı ihya etmek suretiyle de kişi, mülk sahibi olabilir. Bundan başka hibe, miras ve vasiyet gibi yollarla da mülkiyet elde edilebilir.
Mülkiyet için İslam’ın gayr-i meşru saydığı yollar da vardır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: Başkasının malını onun rızası olmadan almak. Ancak rıza alındığı ve belli bir ödeme yapıldığı halde rızanın zorla veya hile ile alındığı durumda da bu alış veriş yine harama girer. Malı rüşvet, gasp ve sahtekarlık yolu ile elde etmek haramdır. Bu konuda malın kamu malı veya şahıs malı olması arasında hiçbir fark yoktur. Hırsızlık yapmak, yetimlerin mallarını zimmete geçirmek, eksik tartmak, fuhşun yaygınlaşmasına sebep olacak muameleler, fuhuş yapmak ve bundan para kazanmak; içki yaparak, satarak ve taşıyarak para kazanmak; kumar ve malın bir kimseden diğerine geçmesinde sadece şans oyunlarının etki yaptığı tüm muameleler bu yasak-haram kapsamına girer. Put yapmak, alıp satmak, putların yapıldığı ve onlara tapıldığı yerlerde çalışmak; kahinlik, falcılık ve tefecilik yapmak ve astroloji ve ona benzer yollardan para kazanmak, bütün bu yollar İslam ekonomisinde yasaklanıp haram kılınmış olan muamelelerdir. [62]
Vergi-Zekattaki Esasları
Zekatın sözlük manası: Yaz ve kış mevsiminde sıcak ve soğuktan ekinin yaprakları sararıp kurur. Bahar gelince de o eski yapraklarını atar, yenilerini alıp canlanmaya başlar. İşte bu canlanma haline “Zekâ’z zer’u” (ekin canlandı, ekin büyüdü) derler. [63] Zekat kelimesi sonraları hem ekinin eski yapraklarından, toz ve paslardan arınmasına benzetilerek, nefsî temizlenip arınmada ve hem de bir şeyin gelişip büyümesi, artıp çoğalması ve serpilmesi anlamında kullanılmıştır. [64]
İslam kültüründe ise zekat tabiri, her yıl devlete verilen vergi anlamında kullanılmıştır. [65] . Çünkü zekat sadaka, sadaka da zekat demektir. Maverdî’nin ifadesiyle kelimeler farklı ama, maksat ve mana biridir. [66]
Bugünkü ekonomilerde uygulanan vergi sistemi ile İslam’ın getirdiği zekat vergi sistemi arasında çok büyük farklar vardır. Bugün hem üretimden ve hem de tüketimden vergi alınmaktadır. Oysa zekat kelimesinin manasında nema , üreme manası olmakla İslam hukukçuları, ancak hakikaten veya hükmen nami olan mallardan vergi alınmasını şart koşmuşlardır. Yani vergi vermenin şartı malın nemalanıp üremesidir. [67] Buna göre tüketim mallarından vergi alınmaz, çünkü bu mallar insanların kendi ihtiyaçları ile ilgilidir; zekat ise ihtiyaçtan, asli ihtiyaçlardan arta kalan mallardan alınır. Bu sebeple kişi, oturduğu evinden, kendi binip kullandığı otomobilinden ve kullandığı alet ve makinelerden vergi vermez. Bu hususta kaynaklarda geçen ibareler aynen şöyledir: “Oturulan evlerde, giyilen elbiselerde, kullanılan ev eşyalarında, binek hayvanlarında ve kullanılan silahlarda zekat vergisi mezheplerin ittifakıyla yoktur. Çünkü bu mallar, kişilerin kendi aslî ihtiyaçlarıyla ilgili olduğu gibi, aynı zamanda nâmî-üretken de değildirler.” [68]
Yine bu üretim anlayışına bağlı olarak İslam düşüncesinde alım satım vergisi ve miras ve intikal vergisi de yoktur. Çünkü üretim ve artma dediğimiz zaman bu hem mükellef ve hem de toplum açısından bir artma ve çoğalma olmalıdır. Mesela bir adamın 40 tane merada otlayan koyunu varsa ve bunlar kuzuladıkları için koyun sayısı 80 olmuşsa bu artış, hem mükellefin malını artırmış ve hem de o köydeki koyunların sayısını artırmıştır. Halbuki 200 tane koyunu olan Çoban Ali öldüğü zaman bu koyunlar oğlu Veliye intikal ettiğinde Veli’nin koyunları artıyor ama, o köydeki koyunların sayısında bir artış olmadığı için bu gerçek üretim sayılmaz. Artık Veli vergi zamanı geldiğinde ne kadar koyunu varsa o sayı üzerinden vergisini verecektir. Ticaret vergisi de böyledir; mesela fabrikadan bir opel otomobil alan kimsenin malı artmıştır, ama fabrikada da bir otomobil eksilmiştir. Yani toplum açısından opel arabaların sayısında bir artış olmamış, onların sayısı aynıdır bir değişiklik olmamıştır. Bu şekildeki vergiler, gelir ve kazanç vergisi felsefesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki İslam’da gelir vergisi sistemi uygulaması yoktur.
İslam’da gümrük vergisi de yoktur. İslam’da uygulanan ticaret öşrü vergisi bazan yanlışlıkla gümrük vergisi şeklinde ifade ediliyor ki, bu doğru değildir. Çünkü gümrük vergisi ile ticaret öşrü vergisi arasında önemli farklar vardır. Çünkü gümrük vergisi, memlekete ithal edilen veya memleketten ihraç edilen mallar üzerinden genellikle siyasi sınırı (gümrük hattı) geçtikleri sırada alınan vergilerdir. [69] Buna göre hastanız için yurtdışından getirttiğiniz bir ilacın gümrüğünü vermek zorunda kaldığınız gibi, ticaret için değil, kendi ihtiyacınız için ithal ettiğiniz bir takım elbise, bir otomobil veya bir ev eşyası ne getirirseniz getirin bütün bunların gümrük vergisi vardır. Halbuki adı geçen bu çeşit malların İslam’da vergisi yoktur. Sadece bir tüccarın ticaret amacıyla, 200 dirhem gümüş ya da 20 miskal altın kıymetinden fazla bir ticaret malı ithal ederse işte böyle bir malın müslüman için 1/40 vergisi, gayr-i Müslim için 1/20 vergisi, vatandaş olmayan bir yabancı için ise 1/10 vergisi vardır.
Buna rağmen mesela Ömer Nasuhi Bilmen, [70] Muhammed Hamidullah, [71] Salih Tuğ, [72] Selim A. Sıddıki, [73] , Celal Yeniçeri, [74] gibi araştırıcılar bu ticaret öşrü vergisine gümrük vergisi demektedirler. Bana öyle geliyor ki, bunlar sadece bir isim olarak böyle söylüyorlar; terim ve ıstılah olarak söylemiyorlar. Çünkü ticaret öşrü ile gümrük vergilerinin aynı ya da benzer vergi olmayıp farklı oldukları ortadadır. Bunların birbirine benzeyen tek tarafı ancak vergi olmalarıdır. Zaten İslam Hukukunda bugünkü anlaşılan manada bir gümrük vergisi yoktur. [75] Muhammed Hamdi Yazır da zannederim anlaşılması için olacak, bu vergiden “ticaret öşrü yani gümrük” şeklindeki bir ifade ile bahsetmektedir. [76]
Ebu Yusuf’un kitabından bir paragraf nakledersek, bu gümrük ile ticaret öşrü vergisi arasındaki fark daha iyi anlaşılacaktır: “(Mal huduttan geçerken) vergi memurunca görülüp tesbit edilen ve kıymeti 200 dirhem veya daha yukarı olan ticarî eşyadan vergi alınır. Vergi haddi, 200 dirhem ve yukarısıdır. Eğer malların kıymeti 200 dirhemden az olursa bir şey alınmaz.”. [77]
İslam’ın ekonomi anlayışı nevi şahsına munhasır olduğu gibi, vergi anlayışı da kendine özgü, süi jeneris bir sistemdir. Mesela İslam’da vasıtalı, dolaylı vergiler yoktur. Aslında dolaylı vergiler, marjinal fayda açısından, zenginlere karşı fakirler için bir zulümden ibarettir. Çünkü herhangi bir kalem malda zengin ile fakirin ödediği aynı meblağ, kendileri açısından eşit değildir. Bir fakirin 5 milyon ödediği yerde, belki zengin bir kimse kendi zenginlik durumuna göre 50 milyon veya daha fazla ödemek zorundadır; oysa vasıtalı vergilerde böyle bir durum söz konusu değildir.
Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alma amacıyla son zamanlarda batıda müterakkî gelir vergisi sistemi uygulanmaktadır. Bu sistemde mükellef ne kadar çok verirse versin yine de zenginliği artıp büyümektedir. Halbuki İslam’ın ortaya koyduğu vergi sistemi, yüzde ile ve kişinin sahip olduğu mal ve para üzerinden cereyan ettiği için, ticarî hayatta ayıklama görevini de gerçekleştirmektedir. Yıllık geliri % 2,5 olan bir firma, bu kadar bir vergi vereceğinden, hiç büyümemiş ve doğrudan doğruya devlete çalışmış olur. Yüzde bir kazanan % 2,5 vergi vereceğinden sermayesi ve mal varlığı küçülecektir. Ancak yüzde iki buçuktan fazla kazananlar büyüyebileceklerdir. İşte artan oranlı vergi sistemi bu fonksiyonları icra edemez.
İslam vergi sisteminde madenler, taş ocakları ve yer altı kaynaklarından 1/ 5 oranında vergi alınır. Bu hususta Kur’an’da ayet yoktur. Fakat beşte bir oranında olması bakımından bu, Kur’an’da zikredilen, [78] elde edilen ganimetlerin beşte birinin vergi olarak devlete verilmesi oranına eşittir. Madenlerden ve yer altı definelerinden beşte bir oranında vergi alınması hadisle sabittir. [79] .
Ziraî mahsullerden vergi alınacağı ayetle sabit olup [80] ne kadar alınacağı da hadislerle tesbit edilmiştir. Hz. Peygamber, yağmur, nehir ve göze suları ile kendiliğinden sulanan toprak ürünlerinde onda bir, havuzlarla ve emekle sulanan ürünlerden ise bunun yarısı yani yirmide bir vergi alınacağını bildirmiştir. [81] Selim A. Sıddıkî’nin belirttiği gibi, İslam ekonomisindeki vergiler, büyükten küçüğe doğru, beşte bir, onda bir, yirmide bir ve kırkta bir olmak üzere geometrik bir dizi meydana getirir. [82]
Devlet, normal şartlar altında bu vergileri olduğu gibi tahsil eder. Tesbit edilmiş bulunan bu yüzdelerden daha fazla veya daha az vergi almak millete veya devlete zulüm olur. Bu konuda Ebu Yala el-Ferra, vergi mükelleflerinden az vergi almanın hazineye zulüm, çok vergi almanın ise vatandaşlara zulüm olduğunu söylemektedir: “Vergiyi artırmak halkın hukukuna zulümdür; vergiyi düşürmek ise Beytülmalin (Hazinenin) hukukuna zulümdür.” [83] Mevsılî de “Vergi olarak malın iyisini almak mükelleflere zarar verir, kötüsünü almak da hak sahiplerine –fakirlere- zarar verir” demektedir. [84]
Meralarda otlayan hayvanlardan [85] , ticaret mallarından [86] , altın, gümüş ve paralardan [87] , bir de depo edilen yiyeceklerden [88] vergi alınır. Bunlardan hasıladan alınmayıp sermayeden yani üretim vasıtalarından alındığı için kırkta bir oranında vergi alınır. Çünkü Hz. Peygamber, “Malınızın onda birinin dörtte birini (yani kırkta birini) verin” buyurmuştur. [89] Netice olarak İslam vergi sisteminde beşte bir, onda bir, yirmide bir ve kırkta bir oranında vergi nispetleri bulunduğu ortaya çıkmaktadır.
İslam vergi sisteminin bir esası da vergilerde hem güneş ve hem de ay takviminin kullanılmış olmasıdır. Bu hususta Muhammed Hamidullah şunları söyler: “Hz. Peygamber “ay ilavesi” (=nesî) usulünü tamamen kaldırmış ve ay takvimi sistemini ihya edip yürürlüğe sokmuştu. Bununla beraber ziraî mahsullerden mevsimden mevsime alınan vergi devrelerine dokunulmamış ve bu nevi vergiler (güneş hareketlerine tabi olunarak) mahsul alınır alınmaz tahsile tabi tutulmuştur. Fakat bunlar dışında kalan bütün diğer vergiler, güneş takviminden 11 gün eksik olan kamerî takvim sistemine göre tahsil edilmişlerdir. Bu fark neticesi hükümet, her bir 33 güneş yılında 34 vergi devresi idrak etmiş oluyordu. Yeryüzünde hangi maliye bakanı bunu küçümseyebilir? Her ne kadar bu sistemde aynı zamanda devlet memurlarına da 34 senelik maaş ödenecekse de Devlet gelirleri muhakkak ki, bu giderden fazla miktarda olacaktı.” [90]
Burada bazı okuyucularımızın aklına zekat bir vergi midir diye bir soru gelebilir. Biz buna, evet zekat, İslam devletinin bir vergisidir diye mukabele edebiliriz. Çünkü Hz. Peygamber döneminde, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde devlet bu zekatı alıyor ve gereken yerlere dağıtıyordu ve zekatın dışında başka mecburi bir vergi de yoktu. Ebu Ubeyd, Kitabü’l-Emval adlı eserinde konuyu “Zekatın emirlere (devlete) verilmesi ve alimlerin bu konudaki ihtilafı” başlığı altında incelemektedir. İbn Sirin dedi ki, zekat Hz. Peygambere veya onun emrettiği memura veriliyordu, Ebu Bekir’e ya da onun emrettiği memura veriliyordu, Ömer’e veya onun emrettiği memura veriliyordu. Osman’a veya onun emrettiği memura veriliyordu. Hz. Osman şehid edilince sahabeler ihtilafa düştüler; zekatlarını bazıları devlete verirken, bazıları da hak sahiplerine bizzat kendileri teslim ettiler. İbn Ömer devlete verenler arasında idi... Hz. Aişe de zekatını sultana-devlete verirdi. [91] Yani normal olan zekatın-verginin devlete verilmesidir; ancak toplumda bir anormallik ortaya çıktığı zaman bazı müslümanlar zekatlarını bizzat kendileri dağıtmışlardır.
Netice
Bugün nasıl İslam Hukuku tabiri kullanılıyorsa aynı şekilde İslam Ekonomisi ifadesi de kullanılmalı ve bu hiçbir kimseyi rahatsız etmemelidir. İslam dini, nasıl iman, amel ve ahlak konularında terim tarif ve tasnifler getirmişse aynı şekilde ekonomi hakkında da bir terminoloji getirmiştir. Böylece İslam’ın kendi nevi şahsına munhasır, süi jeneris bir ekonomi anlayışı bulunduğu görülmektedir. Ekonominin bütün alanları için emir nehi ve tavsiyeler getirmiştir. Batı dünyasında ortaya çıkan homo ekonomikus insanı, tabiatta var olan doğal insana benzememektedir. Fizyokratların ortaya koymaya çalıştıkları doğal düzen fikri teoride doğru olmakla birlikte buna ulaşmak için İslam düşüncesinden faydalanmaya ihtiyaç vardır.
İslam hem özel mülkiyeti, hem kamu mülkiyetini kabul eder. Özel mülkiyette malı tahrip etme hakkını tanıyacak kadar mutlak bir mülkiyet anlayışını kabul etmez. Sınırlı ve tarifeli bir mülkiyet, tabir caiz ise güdümlü bir mülkiyet anlayışı vardır. Mülkiyetin kaynağı emektir; insan için çalışmasından başka bir şey yoktur. Ticaret, ziraat ve sanat gibi yollar da caizdir. Hırsızlık, gasp, rüşvet, fuhuş, sahtekarlık ve buna benzer yollar ise mülkiyet için gayr-i meşru sayılmıştır.
İslam’da vergi sitemini zekatın esasları belirler. Zekat İslam devletinin vergisidir. Bunlar, oranlarına göre beşte bir, onda bir, yirmide bir ve kırkta bir olarak belirlenmiş olan vergilerdir. Vergiler, güneş ve ay takvimine göre iki değişik zamanda alınır. Toprak mahsulleri ve ona benzer şeyler, mevsimlere göre alınır ve dağılır. Para, altın-gümüş ve ticaret eşyası gibi mallardan alınan vergiler ise ay takvimine göre alınırlar. Böylece vergi mükelleflerinden 33 yılda 34 defa vergi alınmış olur.
Normal şartlar altında bu vergi oranları değiştirilmez. Bu oranları yükseltmek mükelleflere zulüm, düşürmek ise topluma zulümdür. Ancak memleket çapında kıtlık ve kriz varsa o zaman oranlar iki misline çıkarılabilir. İslam vergi sistemi üretime dayanır. Bu sebeple tüketim vergisi, alım satım vergisi, gümrük vergisi, gelir vergisi, vasıtalı vergi, miras ve intikal vergisi gibi ve buna benzer vergiler İslam’da meşru değildir. Vergiyi, belli bir zenginliğe ulaşmış olan kimseler öder; fakirler ve muhtaçlar vergi ödemez.
[1] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 13. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul-2002, s. 161, 177.
[2] Feridun Ergin, İktisat, s. 42.
[3] Bkz. Şükrü Baban, İktisat Dersleri, İstanbul-1942 s. 7.
[4] İbrahim Fadıl, İktisat, Akşam Matbaası, İstanbul-1928, s. 8.
[5] Zâriyât 51/ 19; Meâric 70/ 25.
[6] Fussılet 41/33.
[7] Ali Imran 3/ 64.
[8] F.Ergin İktisat, s. 40.
[9] Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, çev: Erol Güngör, Yüksel Matbaası, İstanbul-1981, s. 332.
[10] bkz. Ak İktisat Ansiklopedisi s. 399-400.
[11] Ergin, İktisat, s. 38-41.
[12] Feridun Ergin, İktisat İstanbul-1964, s. 13.
[13] Bkz. Muhammed Yusuf Musa, Fıkh-ı İslam Tarihi, Çev: Ahmet Meylani, Bayrak Yayımcılık-Matbaacılık, İst.-1983, s. 14; Krş. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 325-326; Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s. 5; Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 37.
[14] Necm 53/ 40;Leyl 92/4, İnsan 76/ 22, Enbiya 21/ 94.
[15] Talak 65/ 6; Necm 53/ 39; Bakara 2/ 286.
[16] Bakara 2/ 275-287; Ali Imran 3/ 130; Nisa 4/ 161.
[17] Bakara 2/ 275; Bakara 2/ 282; Nisa 4/ 229), Faiz (Bakara 2/ 275, 276, 279; Ali Imran 3/ 130; Nisa 4/ 161.
[18] Bakara 2/ 188; Nisa 4/ 29; Tevbe 9/ 103.
[19] Bkz. Varık: Kehf 18/ 19; Para (dirhem) (çoğulu derahim) Yusuf 12/ 20; Para (dinar (çoğulu denanir) Ali İmran 3/ 75.
[20] Maide 5/ 12; Hadid 57/ 18; Teğabün 64/ 17; Müzzemmil 73/ 20.
[21] Bakara 2/ 279.
[22] Mümin 40/ 80.
[23] Bakara 2/ 164; Mümin 40/ 80. [23] Maide 5/ 12; Hadid 57/ 18; Teğabün 64/ 17; Müzzemmil 73/ 20.
[23] Bakara 2/ 279.
[24] Nisa 4/ 12.
[25] Bakara 2/ 16.
[26] Maide 5/ 12; Hadid 57/ 18; Teğabün 64/ 17; Müzzemmil 73/ 20.
[26] Bakara 2/ 279.
raf 7/ 85; Hud 11/ 85; Şuara 26/ 183.
[27] Bakara 2/ 43; 83; Müminun 23/ 4; Tevbe 9/ 60.
[28] Bakara 2/ 282; Nisa 4/ 29; Tevbe 9/ 24; Nur 24/ 37.
[29] Yusuf 12/ 47; Vakıa 56/ 64.
[30] Şuara 26/ 181-183; İsra 17/ 35; Mutaffifin 83/ 1-3), İsraf (A’raf 7/ 31.
[31] Mümtehıne 60/ 12.
[32] Buhari, Ezan, 18.
[33] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım-İstanbul, II, 229.
[34] Feridun Ergin, İktisat, Halle Matbaası İstanbul-1964, s. 56.
[35] F.Ergin, İktisat, s. 169.
[36] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, İst-1942, s. 196.
[37] Bak. Şükrü Baban İktisat Dersleri, s. 215.
[38] Bakara 2/ 279.
[39] Metin Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, 933-934.
[40] Ergin, İktisat, s. 201.
[41] Bakara 2/ 275.
[42] Bak. Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Feza Yayıncılık, İstanbul-1994, VI, 119.
[43] Metin Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, s. 699.
[44] Hud 11/ 87.
[45] Hud 11/ 84-85.
[46] Bakara 2/ 264; Nuh 71 / 21; Leyl 92/ 11.
[47] Bakara 2/ 188; Al Imran 3/ 186; Nisa 4/ 2.
[48] nisa 4/ 29.
[49] Maide 5/ 38.
[50] Ahzab 33/ 72.
[51] Hak Dini Kur’an Dili, V, 3934.
[52] Lisanü’l-Arab, m-l-k maddesi.
[53] Fahri Demir, İslam Hukukunda Mülkiyet, s. 102-103.
[54] Bakara 2/ 29.
[55] Leyl 92/4.
[56] Necm 53/ 39-41.
[57] Enbiya 21/94.
[58] Nisa 4/ 32.
[59] Müslim, İmaret, 36; İbn Mace, Menasik, 84; Tirmizi, Cihad, 28; Ebu Davud, Menasik, 67.
[60] Buhari, Büyu, 15; İbn Mace, Ticaret, 1; Nesai, Büyu, 1.
[61] Bakara 2/ 275.
[62] Ebu’l-A’la el-Mevdudi, Kur’an’ın Ekonomik ve Siyasi Öğretisi, İslam Düşünce Tarihi, İstanbul-1990, I, 215.
[63] Ebu’l-Kasım Huseyn b. Muhammed Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredat, fî Garîbi’l-Kur’an, Mısır-1961, s. 213.
[64] Rağıb İsfahanî, s. 213; Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercümesi, İstanbul-1304, IV, 996.
[65] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, İstanbul-1963, s. 17.
[66] Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib el-Maverdî, el-Ahkamü’s Sultaniye, Mısır-1966, s. 113.
[67] Alâuddin Ebu Bekir b. Mesud el-Kasanî, Bedayiu’s-Sanayi, Beyrut-1974, II, 11.
[68] Burhanüddin el-Merğınanî, Hidaye, I, 68; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 87; Abdurrahman el-Ceziri, Kitabü’l-Fıkıh Mısır, I, 595.
[69] Memduh Yaşa, Ak İktisat Ansiklopedisi, s. 368.
[70] Hukuk-ı İslamiyye, IV, 93.
[71] İslam Peygamberi, II, 910, 920, 943, 959, 967.
[72] İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 99.
[73] İslam Devletinde Mali Yapı, s. 104.
[74] İslam’da Devlet Bütçesi, s. 189.
[75] Bak. Osman Eskicioğlu, İslam Hukuku Açısından Serbest Piyasa Ekonomisi, İzmir-1995, s. 147-151; İslam Hukukunda Vergiler, İzmir-1996, s. 122-126.
[76] M.H.Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul-1935, VI, 4820.
[77] Ebu Yusuf, Kitabü’l-Harac, çev: Ali Özek, İstanbul-1970, s. 218.
[78] Enfal 8/ 41.
[79] Buhari, Zekat, 67; Ebu Ubeyd, Kitabü’l-Emval, s. 467; Salih Tuğ, İslam’da Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 60.
[80] En’âm 6/ 141.
[81] Buhari, Zekat, 56; Ebu Davud, I, 370; İbn Mace, I, 580, No: 1816-1818.
[82] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s. 21.
[83] Ebu Yala el-Ferra, Ahkamü’s-Sultaniyye, Mısır-1966, s. 246.
[84] Abdullah b. Mahmud el-Mevsılî, el-İhtiyar, Mısır-1370, I, 103.
[85] Buhari, Zekat, 37, 39; Ebu Davud I, 358; İbn Mace, I, 576, No: 1801-1805.
[86] Bakara 2/ 267; Buhari, Zekat, 30; Ebu Ubeyd, s. 580, No: 1178-1190.
[87] Buhari, Zekat, 33; İbn Mace, I, 570, no: 1790-1791.
[88] Abdulvahhab Şaranî, Kitabü’l-Mîzân, II, 2.
[89] İbn Mace, I, 570, no: 1790.
[90] Muhammed Hamidullah, İslama Giriş, s. 158.
[91] Ebu Ubeyd, Kitabü’l-Emval, s. 751, no: 1786, 1788.
*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
|